30 Ekim 2008 Perşembe
Doğumgünü...
Hangi yıl doğduğunun da önemi yok aslında. O yılın üzerine eklenen her sene, senin bir yaşına daha girdiğinin kanıtı ne de olsa. İstediğin yılda doğ, bu hiçbir şeyi değiştirmez. Doğduğun andan itibaren yaşlanmaya başlayacaksın ne de olsa...
Önemli olan, hangi ayda doğduğun... Yani hangi mevsimde... Soğuk bir kış gününde mi, yoksa sıcak bir yaz ayında mı? Sen doğduğunda etraftaki insanların üzerinde ne olduğu önemli... Kısa kollu ince bir şeyler mi, yoksa kalın yün kazaklar mı? Çünkü o andan itibaren geçen senelerin sayısı belirli bir olgunluğa ulaştığında senin için en önemli olan şey bu olacak. Kışın doğduysan, kazakların, montların, atkıların, berelerin dolabına sığmayacak. Yazın doğduysan ince gömleklere, t-shirtlere boğulacaksın. Kimse sana kasım ayının ortasında ince bir gömlek almaz ki. Ya da temmuzun göbeğinde bir kazak... Neden akıl edemezler acaba? “Bu adam kışın doğmuş. Mecbur, her sene aynı kış ayında kutlayacak doğum gününü. Her sene yeni bir kazağı oluyordur elbet. Çünkü kıyafet en meşhur, en basit hediye... Bari ben bir değişiklik yapayım da, bir ince gömlek bulayım şuna... Yazın giysin.” Nerde...
Keşke bir sene kış, bir sene yazın kutlasak doğum günlerini... Güzel olmaz mı...?
22 Ekim 2008 Çarşamba
13 Ekim 2008 Pazartesi
2 Ekim 2008 Perşembe
İyi ki doğdum...
Bugün bayram erken kalkın çocuklar..

( -ennee bu amca benim gözümü öptü..)
Benim de bayramın ilk günü doğumgünümmüş..Bütün hepiniz kutluyosunuz sağolun,hiç gerek yoktu.. Zaten editörlerimizden biri doğumgünü hediyesi olarak beni blogdan atmış,kendisine burdan sevgilerimi yolluyorum.Neyse artık..Herkese keyifli bayramlar..
29 Eylül 2008 Pazartesi
Acı...
Kendi kendini soktuğu bu durumun aslında ne kadar saçma olduğunu biliyordu ama kendine bir türlü hakim olamıyordu işte... Oysa dışarıdaki insanların hiçbirini tanımıyordu. Ve büyük ihtimalle hayatında bir daha görmeyecekti onları... Yine de bir kere de olsa yüz yüze geldiklerinde, utanmak istemiyordu. O filmlerdeki insanlar gibi olmak istiyordu. Tuvalete bile gitmeyen o insanlardan biri gibi olmak...
Bir alışveriş merkezinin tuvaletinde, hayatının en zor anlarını yaşıyordu. Dün akşam yediği acılı yemekle başlamıştı her şey... Ve bu sabah çalan telefon, onun bu hale düşecek olmasının habercisiydi aslında. Neden kabul etti ki dışarı çıkmayı. Oysa evinde oturup rahat rahat oturabilirdi tuvaletinde. İstediği kadar ses çıkarabilir, istediği kadar kokutabilirdi etrafı. Oysa şimdi, dışarıdan gelen sesleri dinlemek zorundaydı, ve oradan gelen seslerle koordine bir şekilde hareket etmeliydi. Biri elini yıkıyor, su sesi var, ıkın! Musluğu kapattı, lanet olsun, en can alıcı noktada durmak zorunda kalmıştı... Fakat neyse ki çok beklemeyecekti. El yıkamanın ardından gelecek olan kurutma makinasının sesi, kısa bir süreliğine de olsa özgürlüğün kapılarını aralayacaktı onun için. Ve şimdi! Ikındı, bıraktı, başardı. Ancak daha ne yazık ki işi bitmemişti. Hissediyordu içindeki rahatsızlığı. Bir süre daha orada oturmak zorundaydı.
Dışarıda bir sessizlik hakimdi... Ama bir türlü emin olamıyordu işte. Ya birisi sessiz sessiz duruyorsa? İşimi halledip, çıktığım an göz göze gelmek çok utanç verici diye düşündü. Biraz daha tuttu kendini. Ancak sessizlik aynı şekilde sürüyordu. Evet, sanırım kimse yok diye geçirdi içinden ve bıraktı kendini. Artık duramayacak bir noktadayken dışarıdan bir kapı açılma sesi duydu. Adımlar yavaş yavaş onun bulunduğu kabine doğru ilerliyordu. Hemen yan tarafındaki kabinin kapısının açıldığını fark etti. O kadar boş tuvalet varken neden benim yanımdakini seçti ki bu adam! Ama yapacak hiçbir şey yoktu. Tüm gürültüsüyle bıraktı içindekileri. Yan kabindeki adamın çıkarttığı sesleri dinledi o sırada. Pantolonunu indirirken çıkan ve haşırtı diye tabir edilen o sesler bile gayet net duyuluyordu. Kimbilir o benden çıkan sesleri nasıl duydu...
Tek yapması gereken beklemekti artık. Yandaki adamın işini bitirip çıkmasını beklemekti. Bir süre sonra yan kabinin kapısı tekrar açıldı, ve adım sesleri uzaklaştı. Bir kapı sesi daha duydu. Gitmiş miydi? Ellerini yıkamadı ama? Yoksa yeni biri daha mı geldi... Önemli değil, ne de olsa benim işim bitti. Saklanmama gerek yok artık... Ama yine de bekledi. Tam bir sessizlik hakim olana kadar bekledi. Bacakları uyuşmuştu artık. Uzun süredir oturuyordu. Zorlanarak ayağa kalktı ve kabinden çıktı. Kimse yoktu ortalıkta... Hafif bir koku vardı sadece, kendisinden kaynaklanan. Ellerini yıkarken biri girdi içeri. Gülümseyerek selam verdi, ve hemen dışarı çıktı. Başarmıştı...
Dışarıda oturan sevgilisinin yanına gitti. Hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu. Az önce yaşadıklarını unutmak istercesine, bambaşka bir tavırla gitti, oturdu.
-Nerede kaldın hayatım?
-Çok sıra vardı...
Yalan söylemişti...
28 Eylül 2008 Pazar
Vileda gözyaşlarını silebilirmiydi..
Viledayla her yeri süpürdüm.. Süpürürken de kendimi asla ezik gibi hissetmedim aksine filmlerde gördüğümüz ezik öğrencinin arkadaşı bilge hademe gibi hissettim... Bazen kapı arkalarını sildim, bazen iki elimide viledaya dayayıp elma yiyerek duvarlara denklemler yazdım. Sonra annem görücek diye sildim yazdıklarımı... İyice eni konu heryeri sildikten sonra viledayı silkelemek üzere camdan dışarı çıkardım ve duvara vura vura temizliyordum ki viledayı oldukça sert vurmuş olmamdan dolayı viledanın tüylü baş kısmı aşağıya düştü... Fakat yere düşmek yerine 1.kattaki komşunun panjurunun üstünü tercih etti. Bu gerçekten kötü olmuştu. Komşuya inip söylesemde komşunun yapacağı bir şey yoktu çünkü viledanın başı onunda ulaşamayacağı bir yerdeydi.
Yağmur çiseliyordu ve ben 5 dakikadır aşağıya mal gibi bakıp düşünüyordum. Annem de geldi o da birkaç fikir üretti ancak hiçbiri çözüm sağlamıyordu. O sırada kendimi Mac Gyver gibi hissettim. Elimdeki malzemelerle bu olayı çözmeliydim. Gittim içerden 15 metreye yakın dikiş ipi, eczanelerin hediye verdiği ufak torba şeklinde çanta ve 2 kiloluk dumbell ağırlık halkası aldım. Amacım iple çantayı sarkıtarak viledayı yere düşürmekti. Evet belki Mac Gyver kötü adamların elinden kaçmak için planlar yapıyordu ama benim sahnemde kötü adam bir panjurdu. Ancak planım bir yerde düzgün işlemiyordu. Çünkü dikiş ipi ağırlık bulunan çantayı kaldırmazdı. Bende hangi akla hizmet aldığımız 20 metrelik ethernet kablosunu (iki bilgisayarı birbirine bağlamaya yarayan kablo) buldum. Şimdi herşey hazırdı. 2 kilo ağırlık tutan bir çanta ve onu çeken 20 metrelik sağlam bir ethernet kablosu...
Yağmur şiddetini arttırmıştı ve suratımdan yağmur damlaları tek tek düşüyordu... Ne alakaysa çantayı sallandırıp viledanın sapına çarptırmaya çalışırken "Polis Akademisi"nin müziğini söylüyordum. Zaten bu işi yaparken aşağıda kimsenin geçmediği zamanları kolluyordum... En sonunda sapı aşağı düşürmeyi başardım. Ancak şans bu ya oralarda bekleyen bir kedi sapı gördüğü gibi gitti üzerine oturdu. Bu nasıl bir psikolojidir anlayamadım. Devinip durdum. Hangi kedi "ooff burasıda çok soğuk keşke yukardan bişey düşsede üzerine otursam" diye beklerki... Ya bu düşünceyle yada sahiplenme duygusuyla kedi gitti tüylü sapın üzerine oturdu. O sırada neden yaptım bende bilmiyorum, kediye "pardon..bakarmısınız ?" dedim... Kedi anlamış gibi kafasını yukarı kaldırdı. 10 saniye kadar bakıştık. İkimizinde dilinde birşeyler birikiyor ancak söyleme cesareti bulamıyorduk. Adeta gözlerimiz kenetleniyor ancak içimiz içimize sığmıyordu. İkimizin kalbide kuş gibi pır pır atıyordu. Yağmur tüm hızıyla yağıyordu. Onun gözüne damlalar giriyor ancak genede yukarıya bakmayı kesmiyordu. Ve o an benim ağzımdan birşeyler döküldü... "Acaba sapı getirebilirmisiniz?"... Bakmaya devam etti, baktı baktı baktı... Belki o da birşeyler söylemek istedi ancak cesaret edemedi. Biraz daha baktı ardından sapı kokladı ve gitti... İçindeki duyguları o sapın üstüne bırakıp gitti...
Gittim aşağıya sapı aldım geldim,sap çamur olmuştu küvette yıkadım. O sırada kedinin bakışları aklıma geldi... Farklı hissettim... Garip hezeyanlar içerisinde vücudum ürperdi... En son aşık olduğumda böyle hissetmiştim... Az sayıda kız bana bu duyguları yaşatmıştı. O an küvette sapı yıkamayı aniden bıraktım, kapıya koştum. Annem arkamdan kapıya koştu ancak yetişemedi... Apartmandan dışarı çıktım. Yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu... Ayağımda annemin terlikleri, üzerimde sırılsıklam bir tişört kediye bakıyordum... Beni görünce bakışları sabitleşti... Koştum,çamurları arkama aldım ve koştum... Kediyi omuzlarından tuttum... Titreyen vücudunu hissedebiliyodum... Dudaklarına yapıştım... Önce beni iteledi ama sonra tahakati kalmadı ve dudaklarıma yenik düştü... Gözlerimi açtım "Sağol" dedim... Kafasıyla onaylarcasına o da sağol dedi... Yere bıraktım nazikçe... Koşarak uzaklaştı... Apartman kapısına yöneldim tam apartmana giricektim ki onu başka bir apartmanın altında gördüm... 2.kat ta oturan kız kucağına almış onu öpüyordu... İçimden " Vay orospu,anında unuttu" dedim...
Eve geldim, salonda oturdum... Neden böyle birşey yaptığıma anlam vermeye çalışıyordum... 2.kattaki kızdan hoşlandığım halde neden gidip o kediyi öpmüştüm... Belki kıskandırma, belki ondan göremediğim ilgiyi başkasında aramaydı... Belki de kedinin gözlerinde kızın bakışlarını görmüştüm ve bir anda kendimi kaybedip bir sokak kedisini öpmüştüm... Tek bildiğim bir an önce işe girip para kazanmam gerektiğiydi... Yoksa ben ev süpürmeye ve kedileri öpmeye devam edicektim...
Karşılaşma..!
O yol, insanların arasından bana ulaşmak için katettiği o mesafe benim her şeyi çözmem için hazırlanmış bir geri sayımdı sanki. Onun başını ilk çevirdiği an sayaç çalışmaya başlamıştı. Benimle göz göze geldiği an. Bakışların birleştiği o andan sonra yüzünde beliren ifade o kadar dikkatimi çekmişti ki... Sanki " yaa gördün mü işte sonunda karşılaştık..." diyordu bana. Yaklaştıkça, hafif hafif aşağı yukarı sallamaya başladı kafasını. Emin olamadım, " sen şimdi görürsün!" mü demek istiyordu yoksa, "ben sana demiştim" mi... Belli ki geçmişte onunla bir şey yaşamıştık ki, benim de ne yapmak istediğini anladığımdan emin bir surat, ve aynı eminlikteki adımlarla beni hedef almıştı.
O kadar tanıdıktı ki, tanıştığımızdan emindim. Adımları yaklaşırken düşünmeye başladım. Fazla samimi olmadığım, uzun zamandır görmediğim herkesi teker teker gözümün önüne getiriyordum. Kimdi bu! Onu tanıyacağımdan bu kadar emin olan bu adam kimdi! Aramızdaki mesafe iyice azalmıştı artık, daha fazla onun kim olduğunu düşünmekle vakit kaybedemezdim. O kendinden emin gülümsemeye, "Pardon, çıkaramadım" demek, ve ikimizin de düşeceği o durum şu anda çok gereksizdi. Ne de olsa şimdi bir süre konuştuktan, ve "mutlaka görüşelim, böyle rastlaşmayı beklemeyelim artık!" dedikten sonra uzunca bir süre görüşmeyecek, konuşmayacaktık.
Planlar yaptım. Neler söylemeliyim... Evet, ben de aynı saçma ve emin gülümsemeyi takınmalıydım. Acaba samimiyetimiz ne derecedeydi. Sarılmalı mıydım, elini mi sıkmalıydım? Bunu ona bırakmaya karar verdim. Hareketlerimi onun yönlendirmesine izin vermek, yapılacak en iyi şeydi. Belki onu hatırlamadığımı tahmin eder, ilk cümlesinde kim olduğunu söylerdi. Ben de zaten hatırlamış gibi yapar, gözüne girerdim. Yine de kimle konuştuğumu hiç bilmeden, neler söyleyebileceğimi de hazırlamak zorunda hissettim kendimi. Yapılacak en iyi şey, önce "Nerelerdesin sen yaa!" gibi bir tepkiyle sıcak bir ilişki kurup arkasından hal hatır sormaktı sanırım. O beni sorduğunda da, "bildiğin gibi" cevabı çok mantıklı olacaktı. Hem samimi bir hava yaratacak, hem de olumsuz bir karşılığa imkan vermeyecekti. Bildiğin gibi... Samimiyiz ya, biliyorsundur ne de olsa! Çok yaklaşmıştı artık, tam karşımdaydı neredeyse, ve ben hazırdım!
Yanımdan geçti... Arkamda duran sakallı adamla sarıldılar. "Hiç gelmeyeceksin sandım...!" "Trafik işte, naber?" Belli ki birbirlerini tanıyorlardı. Oysa içten içe bir heyecan kaplamıştı içimi. Sevinmiştim. Ne yalan söyleyeyim, hayal kırıklığına uğradım... Neyse, şaşıydı sanırım...
27 Eylül 2008 Cumartesi
Doğayla hava atmak...
.jpg)
Yağan kar, sanki onun erkekliğini kanıtlaması için bir fırsatmış gibi, garip bir mutluluk vardı içinde. O an, gökyüzü onun için çalışıyordu sanki. Sevgiliyle başlayan ilişkinin kış aylarına denk gelmesi her zaman için daha iyiydi. Yazın, kısa kollu t-shirtler giyiliyordu. Ya da bir havuz kenarında mayoyla dolaşmak zorunda kalınabiliyordu. Kendini yeni yeni tanıttığı bir sevgilinin yanında, tüm kıllı haliyle dolaşmak, onu kendine bağlamak için en iyi yol değildi ne de olsa...
Oysa kış öyle miydi? Kışın giyilen kıyafetler, göbeği, kılları ve her türlü saklanması gereken kusuru örtmekte birebirdi. Yağan karla bunun bir ilgisi var mıydı acaba? Evet evet, söylenecek sözlere bunu da yazmalıydı hemen. "Ne güzel değil mi, sanki bembeyaz örtü, bütün kusurları örtmek, sorunsuz bir gün yaşamak için bize verilen tek günlük bir fırsat..." Ardı arkası kesilmeyen romantik laflar yaratmak için bu günü ona bağışlayan Tanrı'ya dua etmeliydi. Bir tane daha buldu, hemen not almalıydı... " Şimdi dışarı çıkıp, tüm hüzünlerimi bir kartopu yaparak uzaklara fırlatmak istiyorum... Ardından bir kartopuna öpücüklerimi doldurup sana yollasam?"
Kendisiyle gurur duyuyordu o anda... Sanki yukarıdan bir güçle işbirliği yapmıştı. Ne kadar akıllıyım diye düşündü içinden. Bir doğa olayını, sevgilimi etkilemek için kullanabiliyorum. Kendimi tanıtmanın en güzel yolu işte... Yağmur yağdığında, "gökyüzü ağlıyor sevgilim, insan nasıl hüzünleniyor değil mi... Ama iyi ki sen varsın..." demişti. Unutulmaz anlara eklenmişti bu konuşma. Şimdi çok daha nadir görünen kar sayesinde ilişkiyi doruklara çıkartacaklardı.
Tekrar pencerenin önüne gitti. Bu sefer telefonu da aldı yanına... Başka ne söyleyebilirim diye düşündü içinden. "Keşke hep kış olsa... Hüznü bile bembeyaz..." Evet evet, fazla da abartmaya gerek yoktu. Bunlar yeter de artardı bile... Numarayı tuşladı. Çalıyordu telefon, kalın, duygusal sesini hazırlamıştı bile. Uzun uzun çaldı telefon, kimse açmadı. Daha uyanmamıştı belki de sevgili... Bembeyaz bir yorganın altındaki caddeler gibi uyuyordu o da! O sırada telefon çaldı. O arıyordu... Uyandırdım mı acaba diye düşündü içinden, ve açtı telefonu...
-Canım, günaydın uyuyor muydun...
-Evet telefonuna uyandım...
-Ehe, şey, dışarıyı gördün mü. Kar yağıyo beyaz beyaz. (O kadar çalıştıktan sonra... Bu muydu yani!)
-Off kar mı! İğrenç, yine çamur, trafik, soğuk!
-Hmm, tamam yarına geçer herhalde, zaten az yağıyor. Sonra görüşürüz....
26 Eylül 2008 Cuma
Bugün de kahraman olamadık..
.jpg)
Bostancı - Bakırköy denizotobüsünün kalkmasına 10 dakika vardı..Gişeden jetonumu almış içerideki geniş bekleme salonuna girdim.Oturma yerleri,yolcuların kalitesi ve yabancı turistler kendimi filmlerde gördüğüm JFK havaalanında olduğumu zannetmemi sağlamıştı. 823 sefer sayılı New York - Bakırköy uçağının kalkmasına dakikalar vardı.İşsizlikten bunaldığım şu buhran döneminde karşıma çıkan iş görüşmesi beni buraya getirmişti.Traş olmuş bir surat,jilet gibi takım elbise ve pantalonun cebinde duran "Mahmut Usta - Bostancı oto sanayii" yazılı kartvizit tam bir tezat oluşturmaktaydı..Belki Vice president Ashton olabilirdi ama JFK Havaalanında Mahmut usta'ya yer yoktu.Kartı yırttıp attım,artık onunla işim kalmamıştı.Sabah babamın isteğiyle paspas yüklü Doblo'daki malları depoya taşımış ardından da arabayı tamir için Mahmut Usta'ya götürmüştüm.Mahmut ustanın dükkanı hiçbir Ferrari yada Porsche sahibi insanın gitmeyeceği bir yer olmasına rağmen tamirhanenin duvarlarını bu arabaların posterleri süslüyordu.Nasıl ki hapishane koğuşlarında yarı çıplak Ahu Tuğba,Samantha Fox posterleri asılı ise burada da durum aynıydı.
Oturduğumdan bu yana karşı banktaki kızla ilgilenmiyormuş gibi yapsamda,okuduğum gazetenin üst kısmından doğru sürekli onu dikizliyordum..Biri elimdeki Posta gazetesinin Haydar Dümen sayfasını bu kadar dikkatle incelediğimi görse ne düşündürdü bilemem..Zaten başlık da olan durumu iyice çıkmaza sürüklüyordu.."Günde 7 kez mastürbasyon zararlı mıdır?" ....Denizotobüsü gelmişti,insanlar yavaş yavaş ilerlemeye başlıyordu.O sırada gördüğüm tüm insanların suratlarına anlamlar yüklemeye başlamıştım.Denizotobüsünde yaşanacak bir kaza anında hepsinin karakterleri ortaya çıkıcaktı.Yaşlı adam eski denizaltı kaptanı, hamile kadın kazadan sonra sancıları başlıycak kişi, gözlüklü adam kaza esnasında paniğe kapılıp ilk ölecek kişi,2 saattir dikizlediğim kız ise bütün denizotobüsünü kurtarıcak kahramana aşık olacak esas kız.Ben ise cebinde "mahmut usta" kartı taşıyan o kahramandım...
Denizotobüslerinde her zaman cam kenarına otururdum,ancak yer kalmadığından dolayı koridor tarafına oturmak zorunda kalmıştım.İçeri girerken de etrafı inceliyordum,kaza anında yolcuları nasıl kurtaracağımı kestiriyordum.Acil çıkış kapısı, makina dairesi, büfe, tangası gözüken kız..Hepsini tek tek beynime işliyordum..Yolculuk esnasında sürekli olarak kaza senaryoları üretiyordum..Denizin altından gelen dev ahtapot, teröristlerin denizotobüsünü kaçırması(hangi aklı yerinde bakırköy denizotobüsünü kaçırır) ya da denizotobüsünün ışınlanıp paralel boyuta geçmesi...Sürekli olarak o andaki ilk aklıbaşında karizmatik tepkiyi veren kişi olmayı düşledim..."Herkes sakin olsun ! Hey sen otur yerine,mantıksızca bir hareket hepimizin sonu olabilir,şimdi düşünelim..." Ancak büyük ihtimalle ben o ölüm kalım savaşı esnasında hala tangalı kızın götüne bakıcaktım..Çünkü ben kahraman değildim..Ben hala İDO'nun kazadan kurtulanlara jetonların ücretini geri verip vermeyeceğini düşünen kişi olacaktım..Hiçbir şey olmadı,ne bir sarsıntı ne bir motor arızası..Kadıköye yolcu almak için yanaşmıştık..Binen kızları oturucak yer ararlarken etkilemek için 2 yada 3 saniyem vardı..Öyle cool bir bakış atmalıydımki,kız yanıma oturmalıydı..Olmadı olamadı..."Yevreeem accık kayda oturam" diyen 70 yaşında bir teyze oturdu..
Bakırköye yanaştık..İş görüşmem her zamanki gibi geçti, biz sizi ararız dediler..Cebim çaldı arayan babamdı...."Akşamüstü git arabayı Mahmut Usta'dan al" dedi...Gittim tekrar denizotobüsü iskelesine..Bekleme alanına girdim..Sanki Chicago havaalanında gibiydim....
Eskiye yeni görünmek...
Eski sevgiliyle buluşmak zaten hep zor olmuştu ama, eğer o kişi unutulmadıysa o zaman her şey daha da zor oluyordu işte... Bir sürü farklı düşünce vardı kafasında... Bir yandan onu unutamadığını belli etmeli, diğer yandan da aslında iyi olduğunu gösteren rahat tavırlar sergilemeliydi... Bu dengeyi tutturmak hiç kolay değildi... Hele ki rol yapmak gerekiyorsa...
Çok garip diye düşündü içinden... Eskiden, her anını beraber geçirdiği, asıl onunla görüşmediği zaman tuhaf hissettiği kişiyle şimdi görüşmeden önce, binbir türlü plan yapmak zorunda hissediyordu kendini... Kendine gel dedi, rahat ol, iki eski sevgili, yeni arkadaş olarak birer kahve içeceksiniz geçecek... Önce oturdu bekledi, ben aramayayım, o arasın ne zaman buluşacağımızı söylesin... Hatta aa bugün müydü o gibi bir tavır bile sergileyebilirim... Sonra telefonu alıp mesaj çekti... Dayanamamıştı... Zaten onu kaybetmesinin sebebi de bu değil miydi... Aşırı ilgi, sabırsızlık... Bunu hiçbir zaman anlayamayacaktı... İnsan sevgiden sıkılır mıydı ki... Keşke biri de bana benim ona davrandığım gibi davransa diye düşündü içinden... Merak ediyordu sevgiden, ilgiden sıkılmanın nasıl bir şey olduğunu...
Artık o an gelmişti... Buluşacakları yerde beklerken garip bir tedirginlik sarmıştı her yanını... Karşıdan gelen her insanı o zannediyor, bekleme pozisyonuna giriyordu. Evde çalışmıştı nasıl olsa. Nasıl durursam daha iyi olur diye ayna karşısında şekilden şekle girmişti. En sonunda rahat olmaya karar verdi. Onu gördüğü an başka yere bakacak, aaa geldin mii diyerek dönüp öpecekti. En iyisi buydu... Kafasından bunlar geçerken karşıda belirdi... Evet bu oydu. Geliyordu. Gülümsedi mi?! Gördü mü onu gördüğümü. Çevirsem mi kafamı... Görmemiş gibi yapmam lazım. Ama sanırım ben de gülümsedim, lanet olsun! Yaklaşıyo, gülümsüyo bana, hayır artık çeviremem kafamı. O kadar plan yapmasına rağmen, hepsi boşa gitti işte, karşılıklı durmuş birbirlerine bakıyorlardı... "Hala aynısın... Beni uzaktan görünce tedirginliğin her halinden belli oluyor" Bu ne demek şimdi... Dalga mı geçiyordu... Sinirlenmeli miydi bunu üzerine... Hiç bi zaman sert olamamıştı, bu sefer sert olmam gerek diye düşünmüştü gelirken, işte tam zamanı, ne demek o! diyerek tepkisini gösterebilirdi. Ama gülümsedi. "Hehe, işte, değerini bil..." Olmadı... Hala aynıydı, farklı biri olamayacaktı... Zaten artık çok geç diye düşündü, nasılsa dönmez bana... En iyisi günün tadını çıkarmak...
Nereye gidelim diye sordu kız. "Bilmem ki... Nereye istersen... " Oysa yeri erkek seçmeliydi...
25 Eylül 2008 Perşembe
Ucu ucuna yaşamak...
.jpg)
Gecenin karanlığında yanından hızla geçen arabalar ve o saatlerde çeteleşen köpekleri izlemek istiyordu... Hep merak etmişti onları çünkü... Gündüz bir arabanın altında kıvrılıp uyuyan o sevimli hayvanların geceleri nasıl çete haline geldiklerini, ve sokaktan geçen her arabaya neden saldırdıklarını merak etmişti... Tam o gece yaşadıklarının bir özetini çıkartıyordu kafasından ki irkildi... İnanılmaz bir gürültüyle irkildi... Aslında çok da inanılmaz bir gürültü değildi duyduğu ama o öylesine dalmıştı ki, içinde bulunduğu arabanın tekerleklerine saldıran köpeğin havlaması çok fazla gelmişti o gecenin sessizliğinde... Kendine hakim olamıyordu, sevgilisiyle geçirdiği ilk buluşmanın ardından, tek başına evine döndüğü o anda, bütün geceyi kendi kafasında baştan yaşıyordu, ve bunu bir türlü engelleyemiyordu. İlk buluştukları anı düşündü önce, karizmatik bir gülümsemeyle hoşgeldin tatlım demiş, ve sarılmıştı... Sonra teker teker, her yaptığı hareketi tarttı kafasında... İlk buluşma anından, ayrılma anına kadar... Evet sorun yoktu... Ancak arabanın tekerleklerine sürtmek üzere olan o burnu gördüğünde kendine geldi... O an düşünmesi gereken tek bir şey vardı... Bakması gereken tek bir nokta... Yine de arada kendi kendine geçirdi aklından. Acaba hiçbir köpek bu tekerleklere çarpıp da ağlaya ağlaya uzaklaşmış mıydı... Karizmatik bir sinirle saldırdığı arabadan yenik ayrılmış, ve bir kaybeden modunda bir köşeye kıvrılmak zorunda kalmış mıydı? O an çok yakın hissetti kendini o köpeğe... Hayalinde yarattığı o kaybeden köpekten hiç farkı yoktu...
Bir sürü şey geçerken aklından, bindiği takside ilerlemeye devam ediyordu... Kendine kızarak... Bu saate kadar ne işi vardı ki! 12yi geçmişti saat, çok yorulmuştu, güzel bir geceydi ama parası bitmişti... Evet asıl sorun buydu... Sevgilisiyle oturduğu hiçbir yerde, ona kendini verememişti çünkü gelecek hesabı düşünüyordu sadece... Hesap geldiğinde ya yetmezse cebindeki... Kredi kartını verdiğinde, ter dökmeye başlıyordu... Uzakta masaya doğru gelen her garson, sanki beyefendi, başka kartınız var mı? Limit yetersiz... diyecek gibi geliyordu... Yoktu çünkü başka kartı... Ve her şey yolunda giderken rezil olamazdı... O karizmatik laflar, umursamaz tavırlar, sevgiliyi kendine bağlama çabaları, bütün akşamın uğraşları bir garsonun bir cümlesi yüzünden bitmemeliydi... Ve bitmemişti... Şanslıydı, parası yetti bütün geceye, ve sonunda gönderdi sevgilisini...
O sırada bir an kendine geldi... Bindiği taksinin arka koltuğunda, binbir düşünceye dalmış ve asıl bakması gereken yeri unutmuştu... Taksimetre! Parasının yettiği yere kadar gidip, geri kalan yolu yürümek zorundaydı ama, dalmıştı işte... Aman tanrım! Cebindeki miktarı çoktan geçmişti taksimetrede görünen rakam... Napıcam ben! diye düşündü içinden... Taksi ilerliyordu, ilerledikçe taksimetre artıyordu, ve hala durdurmamıştı taksiyi... Ne diyecekti ki? Geçmişti artık.. Parası zaten yetmeyecekti... Gittikçe gidiyordu araba, komada gibi hissediyordu kendini... Konuşmak istiyor ama konuşamıyordu... Ve birden döküldü ağzından kelimeler... Müsait bir yerde ineyim ben... Taksici şaşırmıştı, birden hız kesti ve durdu... O sırada farketti durumun garipliğini... Otobanın ortasındaydı... Etrafta ev falan yoktu... Bir insan niye burada inmek isterdi ki...
Sanki taksimetreye ilk kez bakıyorumuş gibi yaptı, ve miktarı öğrendi... Cüzdanını çıkardı, parası yetmiyordu... Yapacak bir şey yoktu... Tüm yüzsüzlüğüyle konuşmaya başladı... Aa, abi ya biraz eksik çıkıyo... Helal et artık... Taksici şimdi anlamıştı neden otobanın ortasında durduklarını... Güldü... Hadi iyi geceler dedi...
Hemen indi taksiden... Nasılsa bir daha görmeyecekti o adamı... Takması gereken bir şey yoktu... Ama gülmüştü adam... Her şeyi anlamış ve haline gülmüştü... Bir köpek olmayı istemişti o anda... Tek derdi sokaktan geçen arabalara saldırmak olan bir köpek... Yürümeye başladı... Otobanın kenarından ilerliyordu... Eve biraz daha vardı ne de olsa...
24 Eylül 2008 Çarşamba
I can speak English...

Lise geldi, o da bitti... Hatta üniversite... Bitti, ya da devam ediyor. Önemli değil... Önemli olan, siz farkına bile varmadan öğrenmişsiniz yabancı dili... You can speak English... Evet, artık İngilizce biliyorsunuz...
Bir gün dolmuş kuyruğunda beklerken arkanızda gevrek gevrek konuşan iki turistin olduğunu fark ettiniz. Arkanızı dönüp tiplerine bakmak için yanıp tutuşuyorsunuz o sırada... Ama birden onlara dönüp dik dik suratlarına bakarsanız ülkenizi yanlış tanıtacaksınız... Siz buradan kaçmak isterken onların bu dolmuş kuyruğunda ne işi var ki zaten! Amerika'ya gitme hayalleri olan bir genç olarak, Türkiye'ye gelen Amerika'lıları hiç anlamadınız, anlamayacaksınız. O sırada arkada, turistlerin de arkasında, sanki tanıdığınız biri varmış, ya da sanki çok ilginç bir şey fark etmişçesine kafanızı çeviriyorsunuz. Hafif kısık gözlerle oraya bakarken yapmak istediğiniz şey aslında çok açık... O turistlerin yüzünü görebilmek. İki hakkınız var... Bir, kafanızı ilk çevirdiğiniz esnada gözleriniz, onların yüzlerinin önünden akıp giderken, iki aynı şekilde kafanızı geri çevirirken... İki hızlı harekette ne görebilirseniz şanslısınız. Ama asla doğal olmuyor bu hareketler... Bu iki hareket sırasında da onlarla göz göze geliyorsunuz... Acaba anladılar mı onlara baktığımı... Bu sorunun cevabını asla bilemeyeceksiniz... İçinizi kavuran tek bir düşünce var şu anda... İngilice biliyorsunuz. Yavaş yavaş içinizden ingilice cümleler kurmaya başlıyorsunuz... Isıtıyorsunuz kendinizi, çünkü yıllarca emek verdiğiniz, öğrendiğiniz o karışık dili kullanmanın vakti geldi. Kendinizi bir şekilde onlarla konuşmak zorunda hissediyorsunuz. Ancak lafa nasıl başlayacağınızı bir türlü bulamıyorsunuz... Hiç tanımadığınız bir Türk'e dönüp de merhabaaa nasılsınız, deseniz garip karşılanır ama, onlara dönüp Hi, how are you, demek hiç garip olmayacak, biliyorsunuz... Hatta eminsiniz, sıcak bir gülümsemeyle onlar da size cevap verecek... Bunun nedenini de asla anlayamayacaksınız... Yabancı bir ülkedenseniz, hiç tanımadığınız birinin size gelip hal hatır sorması neden garip değil... Neden?!
Bu arada sıra ilerledi, ve dolmuşa bindiniz... İki turist hemen yanınıza yerleştiler. Artık yüzlerini gayet rahat görebiliyorsunuz. Bir erkek, bir kız... Gençler, güzeller... Acaba para uzatırken ne diyecekler... O sırada sorunuzun cevabını alıyorsunuz. Aynı gevrek konuşma biçimini Türkçe'ye çevirip, iki Bostanci lutfen diyorlar öndeki kişiye. Siz onlardan çok daha önce ineceksiniz. Bir şekilde konuşmaya başlamanız lazım. Neden mi? Çünkü yapabilirsiniz... Çünkü siz, ingilizce biliyorsunuz!
Ama artık engelleriniz daha büyük... Örneğin dolmuşun sessizliği... Herkes içerde oturmuş, tek konuşanlar onlar... İngilizce konuşmaya devam ediyorlar. Anlıyorsunuz ne dediklerini, inecekleri yeri tam olarak bilmediklerini konuşuyorlar. Üstelik yine konuşmalarından çıkarttınız, siz nerede ineceklerini biliyorsunuz... Dolmuş ilerledikçe, daha fazla heyecanlanıyorsunuz. İneceğiniz yere çok az kaldı, konuşmak zorundasınız artık... Üstelik çok güzel bir bahaneniz de var. Onlara inecekleri yeri tarif edebilirsiniz... Excuse me diye lafa girip, konuştuklarını duyduğunuzu belirtip yardımcı olmak istediğinizi söyleyebilirsiniz... Bu hiç garip değil... Son kez söyleyeceğiniz cümleyi içinizden tekrar ediyorsunuz... Evet cümle doğru, ama durun! Onlara garip gelmese de o sessizliğin içinde, sizin ingilice konuşmaya çalışmanız herkesin dikkatini çekecek... Garip bakışlar sizin üzerinize yönelecek... Bu hiç de keyifli bir duygu olmasa gerek... İneceğiniz yere gelmek üzeresiniz... Artık konuşmaya başlarsanız bile, yarıda kesilicek sohbetiniz... Olmadı, başaramadınız... O sırada sessizliği bozup müsait bi yerdee diyorsunuz, dolmuş kenara yanaşıyor. Son bir cesaretle, farkına bile varmadan turist çifte dönüp, have a nice day diyorsunuz. Hiç konuşmadığınız, hiç selamlaşmadığınız insanlara, durup dururken iyi günler dediniz... Hem dolmuştakiler, hem de turist çift anlamsız gözlerle size bakarken iniyorsunuz dolmuştan... Dolmuş yavaş yavaş uzaklaşırken, biliyorsunuz... Herkes içeride sizin halinize gülüyor... O kadar insana alay konusu oldunuz... İstediğinizi başaramadınız... Ne gerek vardı ki... Neden... 1 dakika daha sessiz kalabilseydiniz, her şey yolunda gidecekti... Have a nice day... Neden?!
23 Eylül 2008 Salı
COOL OLMAK YA DA OLMAMAK!

Her şey yolunda gidiyor... Kahkahalar atmasalar da insanlar size gülümsüyorlar, anlattıklarınızı dinliyorlar... İçinizde bir kıpırtı var, mutlusunuz. Çünkü kendinizi tanıtmak istediğiniz gibi tanıtmak yolunda ilerliyorsunuz emin adımlarla... Hatta ortamdaki en cool erkek olarak kendini kanıtlamış olan kişi (bu malesef siz değilsiniz) size takılıyor esprilerinden sonra size bakarak bir cevap, bir onay, bir tepki bekliyor. Evet, ortamdaki en cool kişi sizi kendine yakın görmeye başladı bile... Devam etmeden önce ortamdaki en cool kişi kimdir, bundan bahsedelim.
"Ortamdaki en cool kişi" : Bir arkadaşınız aracılığıyla girdiğiniz yeni bir ortam. Herkes az çok birbirini tanıyor. Ve oraya gidene kadar bu ortak arkadaşınız size hep bir kişiden bahsediyor. Çok acayip bi adam ya, süper komik abi görünce anlicaksın bak ne dediğimi. O ortamdayken de ara sıra arkadaşınız kulağınıza eğilip, belirttiği şahısın her lafından sonra, "anladın mı ne demek istediğimi" edasıyla hafif bir tebessüm ederek başını sallıyor size. O kadar beyniniz yıkanmış ki, o kişi naparsa yapsın cool geliyor size... Onun gözüne girmek sizin kalitenizi arttıracak ortamda.
İşte bu kişi sizinle göz temasına, espri ardından gelen onay ve tepki bekleme bakışlarına başladı. Ve aranızda bir diyalog başladı... Artık herkesin gözü sizin üzerinizde. Çünkü masada bir sessizlik oldu. O cool kişi size dönüp bir şeyler anlattı ve siz de bir cevap verdiniz... Sessizlik arttı, ve her kes yüzlerindeki ciddi gülümsemeyle sizi izliyor, sizi dinliyor. Kendinizi başta nasıl tanıttıysanız, öyle devam etmek zorundasınız, ama bir yandan da herkesin ilgisini sıcak tutmak boynunuzun borcu... Dünya durdu sanki, yüzünüzde bir gülümseme var, başınızı aşağı yukarı sallayarak karşınızdakinin ne dediğini dinler gibi yapıyorsunuz ve onaylıyorsunuz, ama o sırada ortamın gerginliği, herkesin size bakmış olduğunu bilmenin verdiği stres sizin beyninizde dönüp duruyor. "Dikkat etmelisin, herkes sana bakıyor...!" Bu sesler kafanda dönerken sanki etrafta hiç ses yok ve kendinle konuşuyorsun sadece... Yüzündeki ifade aynı şekilde duruyor. Karşındaki cool şahsın sözlerini anlamıyorsun dinlemiyorsun ama ses tonuna göre de beynin vücuduna nasıl tepkiler vermen gerektiğini emrediyor! Bazen gülümsemen artıyor, bazen ciddileşiyorsun, mütemadiyen kafanı sallayarak ilginin sıcak olduğunu herkese kanıtlıyorsun. Oysa ki sadece kendinle konuşuyorsun o anda. Söylenenleri kaçırdın... Başından beri neden bahsedildiğini bilmiyorsun bile ve artık yapacak bir şey olmadığını bildiğin için kendini olayın gidişatına bırakmış dinliyorsun. Ta ki karşı tarafın, o cool şahsın lafı bitene kadar...! Ve işte o an geldi... Masada tamamen bir sessizlik var artık... Belli ki sıra sende. Kendine gelmelisin. Her kes senin cevabını bekliyor. Tüm gözler senin üzerine çevrilmiş, herkesin yüzündeki aptal gülümseme çakılmış duruyor... Ve ne söyleyeceğin hakkında en ufak bir fikrin yok! İçinden kendi kendini teselli ediyorsun. Belki herkes senin gibi yapmıştır o an. O cool insan konuşurken belki de herkes kendisinin dışarıdan nasıl göründüğünü düşünürken dinlememiştir. Söyleyecek doğru bir şey bulmak zorundasın artık! Zaman geçtikçe durum iyice saçma bir hal alıyor. Hadi! Zaman geçiyor! Bir şey söyle... Hadi!
O sırada lafa biri giriyor. Başından beri sessiz duran o gizli kişi... Bir şey söylüyor... Ve masada inanılmaz bir kahkaha kopuyor. Kulakları sağır eden bir kahkaha. Kimisi o gizli kişinin omzuna vuruyor ve " sen yok musun seeen" der gibi bir parmak hareketi yapıyor ona. Unutuldun! Sen beynindeki fırtınayla uğraşırken, o her şeyi dinlemiş, ve ne diyebilirim diye kurmuş içinden. Belli ki o zamanını daha iyi değerlendirmiş ve diyeceğini düşünmüş... Sen terlerken, o çalıştırmış beynini....
Masadaki konuşma devam ediyor... O gizli kişi, o sessiz çocuk açıldı artık... Cool kişinin ilgisini o aldı... Konuşuyorlar, gülüşüyorlar, karşılıklı espriler yapıyorlar gülüyorlar... Kimse sana bakmıyor! Sen de ara ara gülüyorsun, sessiz sessiz bir espri yapıyorsun duyulmuyor bile. Tekrar aynı şeyi söylersem daha yüksek sesle diye düşünürken, konu geçiyor. Yetişemiyorsun bile artık ortama. Kaybettin! Artık sen yoksun, şansını kaybettin! Kendin olmak zorundasın. Kabul et, karizmatik olan sen değilsin, ve asla olamayacaksın...
Blog açılışı (msn kayıdı)

- Herşey hazır şimdide bi tane açılış yazısı koyalım
mert:
- Lazım tabi
CAN:
- ee..tamam yaz bişeyler o zaman..
mert:
- Lazım tabi
CAN:
- :D
mert:
- :D
CAN:
- Yazmıyoruz açılış yazısı falan nalet ettim şu an..
mert:
- Niye lan?
CAN:
- Lan olm iki defa "lazım tabi" dedin görmüyomuyum ?
mert:
- Lan o sırada netten düştüm yazım gitmemiştir diye düşünüp bi daha yazdım
mert:
- :D
CAN:
- Hee iyi öyleyse dedim dalga geçiyo
CAN:
- Bu arada benim karnım acıktı sonra bişey yazarız
mert:
- Lan yarım saat önce yimah yimedin mi sen
CAN:
- Ehemehe...şey..olm tıkandım işte bi bahane bulmam lazımdı pok var söyle hemen
mert:
- Ahaahah koydum mu götüne
CAN:
- Aha bildiğin küfrediyo lan herif
mert:
- Bilmediğin küfür etsem daha mı iyi
CAN:
- Mına koyim piuuu işe bak ilk günden blog kapancak
mert:
-Kotsopramınaaaa!
CAN:
- yok lan bilmediğim küfür daha fena koyar
mert:
- Bu bilmediğin küfür
CAN:
- ohaa dayıma ha !
CAN:
- sçtım azına !
mert:
- yok lan
mert:
kotsopuna
CAN:
- haa kotsopumaysa bana ne lan,bu arada tire koymadın tire usülü köfte yaparım akıllı ol
mert:
- unuttum lan farketmez dedim ama çakal farketti hemen..
mert:
- sen de büyük harfle başlamıon ne zamandır
mert:
- destan yazarken öldü
mert:
- uzun cümle yazarken ortasında ben başka bi soru sorsam şimdi sana
mert:
- ona cevap vermek zorunda hissetsen
CAN:
- Sildim lan sildim..4 paragraflık yazıyı sildim sayende
CAN:
- :)
mert:
- ama o kadar da yazdığın için onu kopyalasan
mert:
- :)
CAN:
- DİK'in ne olduğunu anlatıyodum anlatmıycam anasını satim...
mert:
- Tamam ben anlatırım ama acıktım önce yimah yiyim
mert:
- aha kopyalamış şimdi devam ediyo bildiğin
CAN:
- "Millet biz buraya yazılar yazıcaz komiklikler yapıcaz karikatürler falan olcak,hatta bide sinema öğrencisiyiz ya filmler falan da koyucaz" diycem en sonunda haaa !
CAN:
- yeter be !
CAN:
- Bunu demiycektim ama sinirim bozuldu neyse
mert:
- yok lan deme
mert:
- ben öğrenci diilim
CAN:
- Olm tamam yeter çık git yemek ye okumuycak millet bu kadar yazıyı
CAN:
- Bende deilim ama hepimiz bir zamanlar öğrenciydik
mert:
- Sen öğrencisin ayrıca malsın
CAN:
- Şimdi büyük plazalarda çalışıyoruz,oğuz hariç
mert:
malrenci
CAN:
- Yok olm değilim lan alla alla yalanmı atçam
CAN:
- Hadi bye lanet
mert:
- Defollllllllllllll
mert:
lllllllllllll
mert:
lllllllllllll
CAN:
- Dilleme olm dilleme
CAN:
- ayıp oluyo
mert:
LlLlLlLlL
CAN:
- ay kulağım
mert:
- :D
CAN:
- (mal yaa)
mert:
- güneş burnum
CAN:
- anaaam naptın ya sen
mert:
- (stuff oil)
CAN:
- :D
mert:
- D
mert:
- E
CAN:
- vaay
mert:
- F
CAN:
- .............
mert:
-...