(Bu yazı, Haluk Can Dizdaroğluna ithaf edilmekle birlikte, yazıda geçenler tamamen hayal ürünüdür.)
O sabah gözlerini açtığında, garip bir telaş vardı içinde... Hani içimde kelebekler uçuyor derler ya... Öyleydi işte... Uzun zamandır ilk defa, işsizlik, parasızlık ve buna benzer bilimum dertleri düşünerek kalkmamıştı yataktan...
Gerçi bu eğlenceli telaş bir önceki gece başlamıştı. Saat 9'dan itibaren, gözü telefonuna kayıp duruyordu. Üç saat, kaldı... İki saat, bir saat... Ve sonunda saat 12 olmuştu işte... Doğum günüm başladı diye düşündü içinden... Elinde telefon, heyecanla ilk mesajın kimden geleceğini bekledi. Tahminler yürüttü, her sene, ilk mesajı göndermesini istediği bir kişi olurdu, ama hiç bir zaman o mesajı atan kişi istenen kişi olmazdı... Yine olmamıştı. Ama üzülmedi, üzülmemeliydi, ne de olsa bugün onun doğumgünüydü...
Yatağından kalktı, üstünü giydi, farkında olmadan her zamankinden şık giyinmişti o gün. Oysa hiç bir planı yoktu... Salona gittiğinde annesi ve babasının karşısına geçti. Sanki büyük bir iş başarmış gibi, garip bir gülümseme vardı suratında. Aslında önemli değil havası yaratmak isterken, bir yandan da bugün benim doğum günüm sırıtmasıyla bakıyordu ailesinin yüzüne. Teker teker kutladı herkes... Oysa kutlanacak ne vardı ki... Kendi isteğiyle, kendi çabasıyla mı doğmuştu sanki...
Zaman geçtikçe, tebrik mesajları, tebrik telefonları, kutlamalar, belki bir pasta... Yine de o günün diğer günlerden hiçbir farkı olmadığı düşüncesine yenilmek istemiyordu. İnatla uçuruyordu içindeki kelebekleri!
Bu sefer saat 9'a geldiğinde bir önceki geceye göre daha mutsuzdu... Doğum gününün bitmesine üç saat kalmıştı... İki saat... Bir... Olsun, hala vardı, bıraktı saatine bakmayı ve hafif bir gülümsemeyle kendi kendine iç geçirdi. Bugün benim doğumgünüm...