
24 Eylül 2008 Çarşamba
I can speak English...

Yıllarca okudunuz... Evet, önce ilkokula başladınız alışma süresini geçirdiniz. Annenizin kapıda siz okuldan çıkana kadar beklemesi hiç koymazdı o zamanlar, hatta bunu siz isterdiniz. Yabancı, daha önce hiç yaşamadığınız hisler, görmediğiniz bir ortam... Eve gelip annenizin hazırladığı çay, bisküvi ve televizyonun hayalini kurardınız... Belki çizgi filmler, belki susam sokağı... Zaman geçti, büyüdükçe zorlaştı her şey... Başlarda zor gelen matematik işlemleri kolaydı artık... Ama bir yabancı dil fırtınası kopuyordu herkesin dilinde... En az iki dil... En az iki dil bilmeyene iş yok artık! Ve orta okuldan itibaren ingilizce öğrenmeye başladınız. Repeat after me diyen hocanızın ardından hep bir ağızdan o ne derse tekrar ederdiniz. O zaman öğrenecektiniz sanki... Üstelik siz, o hile yapan öğrenciydiniz her zaman... 40 kişi, bir ağızdan aynı cümleyi bağırırken, siz sadece ağzınızı oynatırdınız. Hocanızın anlaması nasılsa imkansızdı. Gerek yoktu yorulmaya. Siz o sırada başka şeyler düşünürdünüz. Daha yararlı, size daha zekice gelen şeyler. Örneğin herkes benim yaptığımı yapsa derdiniz... Herkes aynı şeyi düşünüp, 40 kişi birden sadece ağzını oynatsa... O zaman nasıl bir görüntü çıkar ki ortaya? Hocanız ne hale gelir o zaman... Sağır olduğunu mu zanneder acaba? Karşısında 40 kişi, güzel bir oyunculukla, sanki bağırıyormuş gibi yapsa, ama hiçkimseden bir ses çıkmasa... Nasıl olurdu acaba..? Kendi kendinize gülümserken zil çalardı, ve bir ingilizce dersi daha maziye karışırdı...
Lise geldi, o da bitti... Hatta üniversite... Bitti, ya da devam ediyor. Önemli değil... Önemli olan, siz farkına bile varmadan öğrenmişsiniz yabancı dili... You can speak English... Evet, artık İngilizce biliyorsunuz...
Bir gün dolmuş kuyruğunda beklerken arkanızda gevrek gevrek konuşan iki turistin olduğunu fark ettiniz. Arkanızı dönüp tiplerine bakmak için yanıp tutuşuyorsunuz o sırada... Ama birden onlara dönüp dik dik suratlarına bakarsanız ülkenizi yanlış tanıtacaksınız... Siz buradan kaçmak isterken onların bu dolmuş kuyruğunda ne işi var ki zaten! Amerika'ya gitme hayalleri olan bir genç olarak, Türkiye'ye gelen Amerika'lıları hiç anlamadınız, anlamayacaksınız. O sırada arkada, turistlerin de arkasında, sanki tanıdığınız biri varmış, ya da sanki çok ilginç bir şey fark etmişçesine kafanızı çeviriyorsunuz. Hafif kısık gözlerle oraya bakarken yapmak istediğiniz şey aslında çok açık... O turistlerin yüzünü görebilmek. İki hakkınız var... Bir, kafanızı ilk çevirdiğiniz esnada gözleriniz, onların yüzlerinin önünden akıp giderken, iki aynı şekilde kafanızı geri çevirirken... İki hızlı harekette ne görebilirseniz şanslısınız. Ama asla doğal olmuyor bu hareketler... Bu iki hareket sırasında da onlarla göz göze geliyorsunuz... Acaba anladılar mı onlara baktığımı... Bu sorunun cevabını asla bilemeyeceksiniz... İçinizi kavuran tek bir düşünce var şu anda... İngilice biliyorsunuz. Yavaş yavaş içinizden ingilice cümleler kurmaya başlıyorsunuz... Isıtıyorsunuz kendinizi, çünkü yıllarca emek verdiğiniz, öğrendiğiniz o karışık dili kullanmanın vakti geldi. Kendinizi bir şekilde onlarla konuşmak zorunda hissediyorsunuz. Ancak lafa nasıl başlayacağınızı bir türlü bulamıyorsunuz... Hiç tanımadığınız bir Türk'e dönüp de merhabaaa nasılsınız, deseniz garip karşılanır ama, onlara dönüp Hi, how are you, demek hiç garip olmayacak, biliyorsunuz... Hatta eminsiniz, sıcak bir gülümsemeyle onlar da size cevap verecek... Bunun nedenini de asla anlayamayacaksınız... Yabancı bir ülkedenseniz, hiç tanımadığınız birinin size gelip hal hatır sorması neden garip değil... Neden?!
Bu arada sıra ilerledi, ve dolmuşa bindiniz... İki turist hemen yanınıza yerleştiler. Artık yüzlerini gayet rahat görebiliyorsunuz. Bir erkek, bir kız... Gençler, güzeller... Acaba para uzatırken ne diyecekler... O sırada sorunuzun cevabını alıyorsunuz. Aynı gevrek konuşma biçimini Türkçe'ye çevirip, iki Bostanci lutfen diyorlar öndeki kişiye. Siz onlardan çok daha önce ineceksiniz. Bir şekilde konuşmaya başlamanız lazım. Neden mi? Çünkü yapabilirsiniz... Çünkü siz, ingilizce biliyorsunuz!
Ama artık engelleriniz daha büyük... Örneğin dolmuşun sessizliği... Herkes içerde oturmuş, tek konuşanlar onlar... İngilizce konuşmaya devam ediyorlar. Anlıyorsunuz ne dediklerini, inecekleri yeri tam olarak bilmediklerini konuşuyorlar. Üstelik yine konuşmalarından çıkarttınız, siz nerede ineceklerini biliyorsunuz... Dolmuş ilerledikçe, daha fazla heyecanlanıyorsunuz. İneceğiniz yere çok az kaldı, konuşmak zorundasınız artık... Üstelik çok güzel bir bahaneniz de var. Onlara inecekleri yeri tarif edebilirsiniz... Excuse me diye lafa girip, konuştuklarını duyduğunuzu belirtip yardımcı olmak istediğinizi söyleyebilirsiniz... Bu hiç garip değil... Son kez söyleyeceğiniz cümleyi içinizden tekrar ediyorsunuz... Evet cümle doğru, ama durun! Onlara garip gelmese de o sessizliğin içinde, sizin ingilice konuşmaya çalışmanız herkesin dikkatini çekecek... Garip bakışlar sizin üzerinize yönelecek... Bu hiç de keyifli bir duygu olmasa gerek... İneceğiniz yere gelmek üzeresiniz... Artık konuşmaya başlarsanız bile, yarıda kesilicek sohbetiniz... Olmadı, başaramadınız... O sırada sessizliği bozup müsait bi yerdee diyorsunuz, dolmuş kenara yanaşıyor. Son bir cesaretle, farkına bile varmadan turist çifte dönüp, have a nice day diyorsunuz. Hiç konuşmadığınız, hiç selamlaşmadığınız insanlara, durup dururken iyi günler dediniz... Hem dolmuştakiler, hem de turist çift anlamsız gözlerle size bakarken iniyorsunuz dolmuştan... Dolmuş yavaş yavaş uzaklaşırken, biliyorsunuz... Herkes içeride sizin halinize gülüyor... O kadar insana alay konusu oldunuz... İstediğinizi başaramadınız... Ne gerek vardı ki... Neden... 1 dakika daha sessiz kalabilseydiniz, her şey yolunda gidecekti... Have a nice day... Neden?!
Lise geldi, o da bitti... Hatta üniversite... Bitti, ya da devam ediyor. Önemli değil... Önemli olan, siz farkına bile varmadan öğrenmişsiniz yabancı dili... You can speak English... Evet, artık İngilizce biliyorsunuz...
Bir gün dolmuş kuyruğunda beklerken arkanızda gevrek gevrek konuşan iki turistin olduğunu fark ettiniz. Arkanızı dönüp tiplerine bakmak için yanıp tutuşuyorsunuz o sırada... Ama birden onlara dönüp dik dik suratlarına bakarsanız ülkenizi yanlış tanıtacaksınız... Siz buradan kaçmak isterken onların bu dolmuş kuyruğunda ne işi var ki zaten! Amerika'ya gitme hayalleri olan bir genç olarak, Türkiye'ye gelen Amerika'lıları hiç anlamadınız, anlamayacaksınız. O sırada arkada, turistlerin de arkasında, sanki tanıdığınız biri varmış, ya da sanki çok ilginç bir şey fark etmişçesine kafanızı çeviriyorsunuz. Hafif kısık gözlerle oraya bakarken yapmak istediğiniz şey aslında çok açık... O turistlerin yüzünü görebilmek. İki hakkınız var... Bir, kafanızı ilk çevirdiğiniz esnada gözleriniz, onların yüzlerinin önünden akıp giderken, iki aynı şekilde kafanızı geri çevirirken... İki hızlı harekette ne görebilirseniz şanslısınız. Ama asla doğal olmuyor bu hareketler... Bu iki hareket sırasında da onlarla göz göze geliyorsunuz... Acaba anladılar mı onlara baktığımı... Bu sorunun cevabını asla bilemeyeceksiniz... İçinizi kavuran tek bir düşünce var şu anda... İngilice biliyorsunuz. Yavaş yavaş içinizden ingilice cümleler kurmaya başlıyorsunuz... Isıtıyorsunuz kendinizi, çünkü yıllarca emek verdiğiniz, öğrendiğiniz o karışık dili kullanmanın vakti geldi. Kendinizi bir şekilde onlarla konuşmak zorunda hissediyorsunuz. Ancak lafa nasıl başlayacağınızı bir türlü bulamıyorsunuz... Hiç tanımadığınız bir Türk'e dönüp de merhabaaa nasılsınız, deseniz garip karşılanır ama, onlara dönüp Hi, how are you, demek hiç garip olmayacak, biliyorsunuz... Hatta eminsiniz, sıcak bir gülümsemeyle onlar da size cevap verecek... Bunun nedenini de asla anlayamayacaksınız... Yabancı bir ülkedenseniz, hiç tanımadığınız birinin size gelip hal hatır sorması neden garip değil... Neden?!
Bu arada sıra ilerledi, ve dolmuşa bindiniz... İki turist hemen yanınıza yerleştiler. Artık yüzlerini gayet rahat görebiliyorsunuz. Bir erkek, bir kız... Gençler, güzeller... Acaba para uzatırken ne diyecekler... O sırada sorunuzun cevabını alıyorsunuz. Aynı gevrek konuşma biçimini Türkçe'ye çevirip, iki Bostanci lutfen diyorlar öndeki kişiye. Siz onlardan çok daha önce ineceksiniz. Bir şekilde konuşmaya başlamanız lazım. Neden mi? Çünkü yapabilirsiniz... Çünkü siz, ingilizce biliyorsunuz!
Ama artık engelleriniz daha büyük... Örneğin dolmuşun sessizliği... Herkes içerde oturmuş, tek konuşanlar onlar... İngilizce konuşmaya devam ediyorlar. Anlıyorsunuz ne dediklerini, inecekleri yeri tam olarak bilmediklerini konuşuyorlar. Üstelik yine konuşmalarından çıkarttınız, siz nerede ineceklerini biliyorsunuz... Dolmuş ilerledikçe, daha fazla heyecanlanıyorsunuz. İneceğiniz yere çok az kaldı, konuşmak zorundasınız artık... Üstelik çok güzel bir bahaneniz de var. Onlara inecekleri yeri tarif edebilirsiniz... Excuse me diye lafa girip, konuştuklarını duyduğunuzu belirtip yardımcı olmak istediğinizi söyleyebilirsiniz... Bu hiç garip değil... Son kez söyleyeceğiniz cümleyi içinizden tekrar ediyorsunuz... Evet cümle doğru, ama durun! Onlara garip gelmese de o sessizliğin içinde, sizin ingilice konuşmaya çalışmanız herkesin dikkatini çekecek... Garip bakışlar sizin üzerinize yönelecek... Bu hiç de keyifli bir duygu olmasa gerek... İneceğiniz yere gelmek üzeresiniz... Artık konuşmaya başlarsanız bile, yarıda kesilicek sohbetiniz... Olmadı, başaramadınız... O sırada sessizliği bozup müsait bi yerdee diyorsunuz, dolmuş kenara yanaşıyor. Son bir cesaretle, farkına bile varmadan turist çifte dönüp, have a nice day diyorsunuz. Hiç konuşmadığınız, hiç selamlaşmadığınız insanlara, durup dururken iyi günler dediniz... Hem dolmuştakiler, hem de turist çift anlamsız gözlerle size bakarken iniyorsunuz dolmuştan... Dolmuş yavaş yavaş uzaklaşırken, biliyorsunuz... Herkes içeride sizin halinize gülüyor... O kadar insana alay konusu oldunuz... İstediğinizi başaramadınız... Ne gerek vardı ki... Neden... 1 dakika daha sessiz kalabilseydiniz, her şey yolunda gidecekti... Have a nice day... Neden?!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)